Dünya tarihini yüzeysel olarak incelediğimiz zaman, belirli periyotların belirli uygarlıkların etkisiyle diğer dönemlerden daha verimli bir biçimde geçtiğini ve bu uygarlıkların yaşadıkları çağlarla paralel olarak geliştiğini gözlemleyebiliriz. Marcus Aurelius’un dediği gibi “Güneşin altında yeni hiçbir şey yoktur”; fakat bazı dönemler, kutuplarda yük gemilerine yol açan buzkıranlar gibi, gelecek nesillere kanallar yaratabilir. Yaşadığımız dönem tam olarak bu örneği destekler nitelikte, belli başlı buzkıranların dünyaya yeni yollar açtığı bir çağ olarak ele alınabilir. 1960’lardan günümüze dek teknolojik işlem gücü yaklaşık 1 trilyon katına çıktı; daha önce hiçbir şey bu hızda gelişmemişti. Arabalar neredeyse iki kat hızına ulaşırken, ters bir orantı ile insan fizyolojisi ve beyin yapısı neredeyse hiç evrim geçirmedi.
Jean Baudrillard’a göre “Sistemin dengesizlik ve yapısal kıtlıkla ayakta durduğunu düşünmek, sistemin mantığının konjonktürel olarak değil, ama yapısal olarak tümüyle karşıt anlamlı iki birleşenden oluştuğunu göz önünde bulundurmak: Sistemin tek mantığı varlığını sürdürmektedir ve bu anlamda stratejisi insan toplumunu yıkıldı yıkılacak durumda, sürekli açık içinde tutmaktır. Sistemin varlığını sürdürmek ve yeniden güç kuvvet toplamak için genel olarak ve geniş ölçüde savaştan yararlandığı biliniyor. Günümüzde savaşın mekanizmaları ve işlevleri ekonomik sistemle ve günlük yaşamın mekanizmalarıyla bütünleşmiştir.”
Homojen bir emek ile pedal çevirmediği bu süreçte, başka bir deyişle sınıfsal çizgilerin belirginleştiği ve dünyaya egemen olan kapitalist yapıyla birlikte fakirin fakir, zenginin zengin olarak devam ettiği ve ekonomik dengenin vertigo nöbetleri geçirerek ayakta kalmaya çalıştığı bir yarım yüzyıl içerisinde doğal olarak kendisine atfedilen değerleri belirli anlamlarda yitirmiştir ve bir üst akıl olarak yerini kendi elleriyle yarattığı, insanların zaaflarının farkında olan algoritmalara bırakmıştır. Bu algoritmalar temel olarak, insanların zihninde mikro hükümetler olarak tanımlanmayı gaye edinmiş markalar tarafından data toplama ve yönetme sistemleriyle efektif bir biçimde kullanılmaktadır. Belirtilen faktörler ve tarihi gelişmeler göz önüne alınınca, kısaca söylenebilir ki: Teknolojinin gelişmesiyle birlikte artan rekabet piyasasında markaların temel hedefleri dikkat tacirliğine dönüşmüştür. Günümüze kadar müşteri sıfatıyla tanımlanan insan, ürün olarak nitelendirilmeye başlanmıştır. Teknoloji her ne kadar dünyanın seyrini değiştiren bir olgu olarak kabul görüyor olsa da, son dönemlerde etik ve ahlaki olarak tartışılmaktadır. Gelişmemiş toplumlarda, gelişmiş toplumlara nazaran iyi yönler ön plana çıkarılmaktadır ve dünyanın sayılı araştırma şirketlerinin tuttukları istatistikler göz önüne alındığında, azımsanmayacak bir kitle tarafından bağımlılık seviyesinde bir ilgi gördüğü su götürmez bir gerçek olarak kabul görmektedir. “Center For Human Technology” şirketinin kurucularından olan, son yılların en önemli bilim insanlarından bir tanesi olarak kabul edilen Aza Raskin’e göre “İnsanlar teknolojiyi davranışsal bir uyuşturucu olarak kullanıyorlar.” Bu durum, insanı merkeze koyan ve onun tutum ve davranışlarıyla şekillenen küresel ekonomi için yeni bir rekabet alanı yaratmaktadır. Markaların bu noktada yaşadıkları rekabet, önceki dönemlerden farklılık göstermektedir; ne pazar, ne fiyat, ne müşteri ne de raf artık satın almaya yönlendirme yarışında eskisi kadar önemli unsurlar olarak düşünülmemektedir. Kapitalist dünyanın oyun kurucuları artık tüketicinin yalnızca dikkatini çekmenin, başka bir ifadeyle “parmak durdurmanın” yolları üzerine pazarlama stratejileri çizmektedir.